YANAN İZMİR DAĞLARI MURAT DAĞI VE BİR SİNCAP

Kuyruğu kendinden büyük minik bir sincap, öyle korkmuş, öyle korkmuştu ki.. Yeşillikler arasında bir an ne yapacağını bilemez halde öylece kala kadı. Neden sonra bir kaç hamlede bitişik ağacın dalına sıçrayıverdi. Gözleri kaygı ve korkuyla fal taşı gibi açılmış, kulakları ve burnu tehlikeye karşı  tetikte ve tedirgindi. Ağacın üst dallarındaki yeni yerini anladığında tahteravallideki gibi aşağı yukarı bir kaç kez sallandı. Normal bir zaman olsa bir süre böylece sallanır, sonra bir başka dala atlar, bir süre kendi eğlencesini kendisi yaratırdı. Fakat şimdi oynama zamanı değildi. İşin hiç şakası yoktu. Aldığı koku, tehlikenin yaklaştığının gayet açık ve net habercisiydi. Toprak üstündeki hayvan bitki demeden her şeyi yok eden ve nereden ne zaman geleceği belli olmayan ateş topuydu korkusunun sebebi; YANGIN!... Daha bir yıl önce yine İzmir’in dağlarında kardeşiyle benzer bir koku aldıktan sonra o dayanılmaz acıyı yaşamıştı. Felaket kardeşiyle onu bir zeytin bahçesinde denizi seyredip dallarında oynaşıp karnını doyurdukları, bol yemişli badem ağacındaki güzel manzara eşliğinde, keyifli bir anlarında yakalamıştı. Kokuyu ilk kendisi duymuş, tedirgin, küçük kardeşine; "Amma da yedin. Duymuyor musun dumanla gelen kokuyu?. Haydi bırak artık tıkınmayı da yangın gelmeden kaçalım buradan".. "Hımm, çok acıkmışım. Hem  bademler çok leziz, bir kaç tane daha noolur"... Ne yapıp ettiyse sonuç vermemiş obur kardeşini ikna edememişti. Sonunda olan olmuş, ateş topu ansızın geldiğinde her yeri göz gözü görmez duman kaplayınca kendi kaçıp kurtulsa da kardeşini kaybetmiş, onu bir daha görememişti. O gün bu gündür yalnız dolaşıyor, zeytinden, bademe ve kiraza içinde dinmeyen bir sıkıntıyla yalnız gezer olmuştu. Bir yıl sonra yine yaz sıcağında aynı canavarın kokusu geldiğinde kardeşi ve yaşadıkları geldi aklına. Yine kaybedecek zaman yoktu. Can havliyle soluksuz kalana kadar dumanın ters istikametine doğru hızla zıpladı, düştü, yuvarlandı, koştu ama hiç durmadı. Böylece uzunca bir süre yol aldı. Kocaman, yakıcı dili ile canavar tüm canlılar için kesinlikle ihmal edilemez bir felaketti. Şimdi yine rüzgarla bir olmuş peşini bir türlü bırakmıyordu. Dumanın geliş yönünün tersine kaçtığı istikametin doğruluğunu anlamıştı. İçi biraz rahatladı. İç güdüleri su bulmasının ve ona yakın yol almasının iyi olacağını söylüyordu. Bir keresinde annesi de ona; "o canavarın kokusunu aldığında durma, rüzgarın tersi istikametinde kaç. İlk amacın suya, mümkünse akar suya ulaşmak olsun. Bunu sakın unutma!." demişti. Bir ara soluklanmak için durduğunda çok susamış olduğunu da fark etti. Fark ettiği diğer şey ise artık zeytin ağaçlarının bitip, ulu çam ağaçlarının başladığı yere gelmiş olmasıydı. Duman biraz hafiflemiş olsa da hala alev topunun kokusu geliyordu. Bir sıçrayışta çıktığı mis gibi çıra kokan çam ağacının en ucunda gördüğü manzara doyumsuzdu. Yüksek vadinin kuytusunda kıvrıla, kıvrıla ve gürül gürül akan nehir yüzüne bir serinlik, canlılık getirince, "Yaşasın nihayet onu buldum. Suyu takip edeceğim" dedi. Artık içindeki korku azalmış, duman kokusu belli belirsizleşmişti. Tekrar yüksek bir çam ağacına tırmandığında havanın artık soğumaya başladığını hissetti. "Olsun. Bende daha aşağılarda, kuytularda dolaşır oynaşırım. Karnımı da buralarda bulacağım yeni meyvelerle doyururum. Ayrıca karşıdaki heybetli dağın boynuna takılıp aşağı doğru bir kolye gibi uzayıp gelen bu nehrin çıktığı yeri bulur, orada yeni arkadaşlar bulurum. Fena mı?" dedi. Artık tehlike tamamen geçmiş, neşesi yerine gelmişti. Nehrin kenarına inip buz gibi suya kendini atar atmaz öyle bir ses çıkardı ki bu sesin kendinden çıktığına inanamadı. "Yaşasın hayat, yaşasın su!"... Bu suya buralarda, Gediz nehri derlerdi. Uğradığı her yere bereket saçan, binlerce canlıya ev sahipliği yapan, gide gide İzmir’de denize karışan, antik adıyla namı diğer Hermos nehri. Tarihler boyu yukarıdaki heybetli Dimdimos dağından gelen su sayesinde bu verimli topraklarda onlarca köy, kasaba kurulmuş buralarda adeta bereket fışkırmıştı. Gelenler çoğunlukla buradan vazgeçe-memiş, yerleşmişti. Minik sincabın sudan çıktığı yerde göz göze geldiği kurbağa onu görünce tedirgin ; - "Sen de kimsin." dedi. Onun suya girerken çıkardığı tiz sesten rahatsız, kaşlarını çatsa da yeni bir arkadaş bulduğu için sevinmiş, tatsız başlangıç hemen unutulu-vermişti. Sincap yaşadıklarını yeni arkadaşına anlatınca kurbağa; - "Vah vah çok üzüldüm. Demek yangın seni evinden etti haa!. Sizin oralar kadar olmasa da zaman zaman biz de yakalanıyoruz buralarda o canavara. Gerçi biz su da yaşadığımız için bu konuda daha rahatız ama.. Bizim asıl derdimiz günden güne azalan sularımız, atılan pisliklerle rengi koyulaşan şu nehir. Sahi yaşamak bu kadar zor olmasa olmaz mıydı?. Sincap; - "Öyle mii?.. Ben de sizin için çok üzüldüm. - "Yaa maalesef öyle!" deyip devam etti kurbağa; - "Üstelik bunu doğanın en akıllısı olduğunu düşünen insan soyu yapıyor. Sonra da kirli sudan onlar da biz de hasta oluyoruz. Şu insancıkları anlamak çok zor vesselam!"... Kurbağaya inanamayan şaşkın, üzgün gözlerle ve can kulağıyla dinleyen sincabın aklına kendini kovalayan ve kardeşinin kaybolmasına sebep canavar ateş topunun da sorumlusunun, insan soyu olabileceği fikri gelse de bunu dillendirmedi. Fazla vakit kaybetmek istemediğinden bu düşüncesini kurbağaya anlatıp zaman kaybetmek istemiyordu. - "Eh bana müsade ben tekrar yola koyulayım. Yolum az kaldı. Suyun çıktığı yere gidiyorum. Sen de gel diyeceğim ama kusura bakma senin yavaşlığına dayanamam. Kimbilir insancıklar kendilerine de zarar verdiklerini bir gün anlarlar. Hoşça kal".. Konuşmasını bitirmesi ile yakındaki ağacın zirvesine varıp yerleşmesi bir oldu. Geride kalan kurbağanın çene altındaki kesesini şişirip gözlerini büyüterek, "güle güle" demesine bile fırsat vermeden küçük sincap gözden kayboluvermişti. Zirvede edrafı seyre dalan sincabın minik kalbi, zembereği bozulmuş eski bir saat gibi güp, güp, güp diye hızlı, hızlı atıyordu. Karşısında gördüğü heybetli dağın adına buralarda Muratdağı diyorlardı. Burada yaşamış daha eskiler ise bu dağa Dimdimos demişlerdi. Çıktığı gibi hızla indiği toprak üstündeki düzlük alanlarda buğday, arpa, nohut, fasulye ekili tarlalarda, Kırmızı gelincik, sarı papatyalar içinden yalnız buralarda açan çeşitli çiçekleri koklayarak, ahlat, armut, elma, muşmula, kızılcıkların tadına bakarak bir kaybolup bir görünerek uzunca bir süre daha gitti. Yorulunca evi gibi gördüğü ağaçlara tekrar tırmandı. Dağa hayli yaklaşmıştı. Muratdağına bir kez daha bakmak için ağacın en tepesine geldiğinde gördüğü onu öyle şaşırttı ki!. Böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti. Dağ; bazı yerlerinde hala duran beyaz karları, kocaman ve yüksek heybetli duruşuyla muhteşemdi. Dağın bir çok yerinden çıkıp aşağıya akan su; muhtaçları doyurup besleyen bir annenin gümüş renkli saçlarına benziyordu. Bu sular daha aşağılarda pınar, çay, şelale, göl olup yavaş hızlı birleşip, ayrılarak toprağa ve her türlü canlıya ulaşıyor, tıpkı bir annenin çocuklarını beslemesi gibi tüm canlara can katıyordu. Temmuz ayı olmasına rağmen hayli serin olan havayı içine çekip çocukluğunda annesinin söylediklerini tekrar hatırladı; - "Uzakta çook uzakta Dimdimos derler bir dağ vardır. O dağda bir de  onlarca memesinden bereket fışkıran, bereket tanrısı Kibele yaşar. Bunu unutma!.. Çünkü o olmasa biz, bu ağaçlar, toprak ve hava yaşayamaz, hemencecik kurur yok olur gideriz".. - “Demek annemin bahsettiği yüzlerce memesiyle doğayı doyuran Ana Tanrıça Kibele bu heybetli dağın ta kendisiymiş haa!. Vay canına. İyi ki suyu takip etmeye karar vermişim"... Yakındaki yüksek ağaca atlayıp şimdi daha iyi gördüğü Murat dağına bakıp var gücüyle haykırdı. - "Yaşasın Dimdimos, yaşasın doğuran, besleyen ve koruyan ana tanrıça bin memeli Kibele... Sevgili tanrıçamız Kibele yalnız dolaşmaktan çok yoruldum. Burada kalıp, sizinle yaşamak istiyorum. Kabul edersen eğer koca gövdende bana da bir yuva ver"... Ses mavi gökyüzünde ve aşağıdaki suyun akmaya devam ettiği vadideki ağaçlar arasında bir süre yankılanarak tekrarlandı. Tüm canlılar bu isteği duyduğunda bir anlık sessizlikten sonra doğa hafif kıpırdandı. Ardından, gök yüzüne sevinçle beyaz bir güvercin havalandı.                   KEMAL KARATAŞ - 3 Temmuz 2025