Hatay escort Sex hikayeleri Sikiş hikayeleri porno ize

Avni Erdal Sarıoğlu
Köşe Yazarı
Avni Erdal Sarıoğlu
 

ŞU TELEVİZYONLAR

Cehaleti kimse kabullenmez elbette. Bizler de bildiklerimize karşı ne kadar bilgili gibi görünsekte bilmediklerimizin, öğrenmediklerimizin ve görmediklerimizin cahili sayılırız. Teknolojiyi her ne kadar insanoğlu geliştirse de kendisi bile buna yetişemediğinden icat edenler bile cahilliğinden utanır olmuşlardır.  Teknoloji derken televizyon denen şu icat takılıverdi aklıma. Bugün için amacı kesin bir şekilde saptırılsa da yaşamımızda her şeyimiz olduğu zamanlar az değildir bence. Henüz ülkemize yeni gelmişken İzmir'de, bir akraba evinde tanıştım kendisiyle. Hani biraz daha eskilerimizin radyo için, “bu insanı buncacık kutunun içine nasıl sığdırdılar ki?” dediğini mutlaka duymuşuzdur. Ben de televizyonu ilk defa görünce, “ohhaaa, kutunun içinde canlı canlı insanlar var” dediğimi hatırlıyorum sanki. Sonra akrabamızın biraz da kasılarak anlattıklarından bunun bir “vizontele” yani televizyon olduğunu, içinde insan olmadığını, Ankara'dan yayınlanan görüntü ve seslerin havadaki dalgalarla her yere gidebildiğini öğrendik. Çok zaman geçmemişti. İnsanlarda bir televizyon hastalığı, bir televizyon çılgınlığı başlamıştı. Tıpkı bugün bin 400 lira kazanan birinin, yemeyip içmeyip 5 bin liraya cep telefonu alması gibi bir şeydi bu. Bizlerde zamana uyduk. dışarılardan gördükçe şu televizyonun bir an önce alınmasını, artık bizim de bu teknoloji harikası, dünyanın en önemli eğitim ve eğlence kutusunun sahibi olmak istiyorduk Daha doğrusu bizim olmasa da seyredeceğimiz bir televizyonumuzun olması için neler vermezdik ki! Nihayet zamanı gelmiş, 56 ekran tabii ki siyah beyaz bir televizyonun büyük neşe içinde mahalleden salına salına bize doğru yaklaştığını sevinçle öğrendik. Televizyon eve girdi, kutusundan özenle çıkarıldı. Kendisini bismillahla açtık. O da ne televizyonda karıncalar sürüler halinde dolaşıyor ancak kulak tırmalayıcı bir cızıltıdan başka bir konuşma da seste gelmiyordu. Sonra öğrendik ki, bu televizyonun göstermesi için çatıya anten kurulacak, kablo çekilecek ve sayısız defa “geldi miiiii?” diye bağrılacakmış. Nerden bilelim ki… Hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Ancak ertesi gün gelen usta oldukça ağır hareketlerle anteni toparlamış, vidalarını sıkmış ve kiremitlerin kırılmasına aldırmadan çatıya tutturmuştu. Hakikaten de saatlerce oraya çevir, buraya çevir arasında “geldi miiii?” diye bağırdıkça bizler bir televizyon olan odaya, bir balkona mekik dokuyorduk.Uzun çalışmaların sonunda hakikaten geldi. Artık karıncaların hükümdarlığına son verilmiş, televizyonun bir türlü şifresini çözemediğimiz, yuvarlak içinde çeşitli şekillerin olduğu, en önemlisi de “TRT” yazan yazının olduğu görüntü gelmişti. Bu da nesiydi böyle… Onu da sonradan anladığımız kadarıyla gündüz yayını olmayan, akşam 19.00'dan gece yarısı 20.00'e kadar bir tek yayını olan TRT'nin yayınının gelmesini, hacıdan  akrabamızın gelişini beklediğimiz gibi bekledik. Saati geldiğinde gür ve güçlü bir ses ile “rapp, rappp, rapppp” vuruşlarıyla askerler geliyor, yerlerine geçtiğinde, bugünlerde birilerini rahatsız eden “İstiklal Marşı” okunuyordu. Okulda vatan, millet, Atatürk sevgisiyle yetişen bizler derhal ayağa kalkıp bu “Ulusal” marşımızın bitmesini bekledik.  Böylece yıllarca rahmetli babamın direktifiyle yaz aylarında adeta bir açık hava sineması gibi televizyonlu bahçemizde televizyonu olmayan mahallelinin bu olanaktan yararlanmasını severek yaşadık. Sonrasında çok kanallısı, renklisi, daha sonrasında plazması, lcd'si, ledlisi derken televizyonlu yaşam hepimizi esir aldı. Sinemaları resmen öldürdü. Sosyal yaşamı paramparça etti. Yıllarca yemekler, gezmeler, ziyaretler televizyonlardaki filmlere, dizilere göre ayarlandı. Bugün durum nedir dersek pekte hoş bir seviyede değiliz elbette. Binlerce kanalların içinde izlenecek bir kanal bulamadığından yakınan insan sayısı hiçte az değil. Kaliteli filmlerin parayla izlenmesi sinema olgusunu birazcık canlandırdı. Önemli maçların da ücrete tabi olması stada gidipte bağıra bağıra maç izlemenin, yeni tabirle stres atmanın yeniden keşfini sağladı. Ve diziler…  Diziler insanları uyuşturup, kaba tabirle dizi esiri olanların trene bakar gibi bağlamaya devam ediyor. Seviyesiz, amaçsız, anlamsız diziler ne yazık ki günümüzde insanları ruhsuzlaştırmaya devam ediyor. Gelişmiş ülkeler bu sihirli kutuyu eğitimde, öğretimde, güzel şeylerde kullanırken bizler, sindirme, susturma, uyutma aracı olarak kullanmaya devam ediyoruz. Ne de güzel aşamalardan geçerek gelmişti yaşamımıza televizyonlar. Bugün yine kaba tabirle birilerinin şakşakçılığını, yalakalığını yaparak; onun gücünü, iktidarını ve saltanatını devam ettirmesi için gönüllü ya da gönülsüz maddi çıkarlar doğrultusunda sinsice, haince ses ve görüntü vermeye devam ediyor. Ne yazık ki!...
Ekleme Tarihi: 11 Temmuz 2018 - Çarşamba

ŞU TELEVİZYONLAR

Cehaleti kimse kabullenmez elbette. Bizler de bildiklerimize karşı ne kadar bilgili gibi görünsekte bilmediklerimizin, öğrenmediklerimizin ve görmediklerimizin cahili sayılırız. Teknolojiyi her ne kadar insanoğlu geliştirse de kendisi bile buna yetişemediğinden icat edenler bile cahilliğinden utanır olmuşlardır. 
Teknoloji derken televizyon denen şu icat takılıverdi aklıma. Bugün için amacı kesin bir şekilde saptırılsa da yaşamımızda her şeyimiz olduğu zamanlar az değildir bence.
Henüz ülkemize yeni gelmişken İzmir'de, bir akraba evinde tanıştım kendisiyle. Hani biraz daha eskilerimizin radyo için, “bu insanı buncacık kutunun içine nasıl sığdırdılar ki?” dediğini mutlaka duymuşuzdur. Ben de televizyonu ilk defa görünce, “ohhaaa, kutunun içinde canlı canlı insanlar var” dediğimi hatırlıyorum sanki. Sonra akrabamızın biraz da kasılarak anlattıklarından bunun bir “vizontele” yani televizyon olduğunu, içinde insan olmadığını, Ankara'dan yayınlanan görüntü ve seslerin havadaki dalgalarla her yere gidebildiğini öğrendik.
Çok zaman geçmemişti. İnsanlarda bir televizyon hastalığı, bir televizyon çılgınlığı başlamıştı.
Tıpkı bugün bin 400 lira kazanan birinin, yemeyip içmeyip 5 bin liraya cep telefonu alması gibi bir şeydi bu.
Bizlerde zamana uyduk. dışarılardan gördükçe şu televizyonun bir an önce alınmasını, artık bizim de bu teknoloji harikası, dünyanın en önemli eğitim ve eğlence kutusunun sahibi olmak istiyorduk Daha doğrusu bizim olmasa da seyredeceğimiz bir televizyonumuzun olması için neler vermezdik ki!
Nihayet zamanı gelmiş, 56 ekran tabii ki siyah beyaz bir televizyonun büyük neşe içinde mahalleden salına salına bize doğru yaklaştığını sevinçle öğrendik. Televizyon eve girdi, kutusundan özenle çıkarıldı. Kendisini bismillahla açtık. O da ne televizyonda karıncalar sürüler halinde dolaşıyor ancak kulak tırmalayıcı bir cızıltıdan başka bir konuşma da seste gelmiyordu. Sonra öğrendik ki, bu televizyonun göstermesi için çatıya anten kurulacak, kablo çekilecek ve sayısız defa “geldi miiiii?” diye bağrılacakmış. Nerden bilelim ki…
Hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Ancak ertesi gün gelen usta oldukça ağır hareketlerle anteni toparlamış, vidalarını sıkmış ve kiremitlerin kırılmasına aldırmadan çatıya tutturmuştu. Hakikaten de saatlerce oraya çevir, buraya çevir arasında “geldi miiii?” diye bağırdıkça bizler bir televizyon olan odaya, bir balkona mekik dokuyorduk.Uzun çalışmaların sonunda hakikaten geldi. Artık karıncaların hükümdarlığına son verilmiş, televizyonun bir türlü şifresini çözemediğimiz, yuvarlak içinde çeşitli şekillerin olduğu, en önemlisi de “TRT” yazan yazının olduğu görüntü gelmişti. Bu da nesiydi böyle…
Onu da sonradan anladığımız kadarıyla gündüz yayını olmayan, akşam 19.00'dan gece yarısı 20.00'e kadar bir tek yayını olan TRT'nin yayınının gelmesini, hacıdan  akrabamızın gelişini beklediğimiz gibi bekledik. Saati geldiğinde gür ve güçlü bir ses ile “rapp, rappp, rapppp” vuruşlarıyla askerler geliyor, yerlerine geçtiğinde, bugünlerde birilerini rahatsız eden “İstiklal Marşı” okunuyordu. Okulda vatan, millet, Atatürk sevgisiyle yetişen bizler derhal ayağa kalkıp bu “Ulusal” marşımızın bitmesini bekledik. 
Böylece yıllarca rahmetli babamın direktifiyle yaz aylarında adeta bir açık hava sineması gibi televizyonlu bahçemizde televizyonu olmayan mahallelinin bu olanaktan yararlanmasını severek yaşadık.
Sonrasında çok kanallısı, renklisi, daha sonrasında plazması, lcd'si, ledlisi derken televizyonlu yaşam hepimizi esir aldı. Sinemaları resmen öldürdü. Sosyal yaşamı paramparça etti. Yıllarca yemekler, gezmeler, ziyaretler televizyonlardaki filmlere, dizilere göre ayarlandı.
Bugün durum nedir dersek pekte hoş bir seviyede değiliz elbette. Binlerce kanalların içinde izlenecek bir kanal bulamadığından yakınan insan sayısı hiçte az değil. Kaliteli filmlerin parayla izlenmesi sinema olgusunu birazcık canlandırdı. Önemli maçların da ücrete tabi olması stada gidipte bağıra bağıra maç izlemenin, yeni tabirle stres atmanın yeniden keşfini sağladı.
Ve diziler… 
Diziler insanları uyuşturup, kaba tabirle dizi esiri olanların trene bakar gibi bağlamaya devam ediyor. Seviyesiz, amaçsız, anlamsız diziler ne yazık ki günümüzde insanları ruhsuzlaştırmaya devam ediyor. Gelişmiş ülkeler bu sihirli kutuyu eğitimde, öğretimde, güzel şeylerde kullanırken bizler, sindirme, susturma, uyutma aracı olarak kullanmaya devam ediyoruz.
Ne de güzel aşamalardan geçerek gelmişti yaşamımıza televizyonlar. Bugün yine kaba tabirle birilerinin şakşakçılığını, yalakalığını yaparak; onun gücünü, iktidarını ve saltanatını devam ettirmesi için gönüllü ya da gönülsüz maddi çıkarlar doğrultusunda sinsice, haince ses ve görüntü vermeye devam ediyor. Ne yazık ki!...
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yesilbanazgazetesi.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.